Ana içeriğe atla

yeni dönem ilk pazar yazısı: Pariste.NET / Ahmet ÖRE söyleşisi

Blogda yeni dönem ve ilk pazar yazısı, sevgili Ahmet ÖRE ile Pariste.Net'i konuştum. Konuştum pek doğru bir ifade değil aslında, Ahmet Bey'in sesini duymuşluğum bile yok. Elektronik ortam sağolsun, teknik söyleşiler gibi oldu herşey. 4 soru gönderdim, 4 yanıt geldi. Ahmet Bey soruları beğenmiş ben yanıtları. Bakalım sizler ne düşüneceksiniz...


Yazıdaki fotograflar Ahmet Bey'in çektikleri. Profesyonel bir elden çıkmışa benziyor. Yeni dönem, bloga ve ülkeye huzur getirir umarım. Bloga yönelik temenninin gerçekleşeceğine olan inancım, ülke için dileğimden daha gerçekçi olsa bile ne demişler: Umut fakirin ekmeği....
Bir sonraki yazıya kadar enseleri karartmayalım!...

1. Kısaca Pariste.Net'i tanıtmanızı istesem.

Paris’e ilk yerleştiğim zaman, hatta yerleşmeden önce araştırma yaparken Paris hakkında elle tutulur bir Türkçe kaynak bulamamanın sıkıntısını çok çektim. O zamanlar Fransızca da bilmediğim için hep İngilizce kaynaklardan şehri tanımaya çalıştım ve daha sonra Paris’e yerleşince yazılı kaynakların peşini bırakıp şehri kendim keşfetmeye başladım. İstanbul’daki hayatımda nasıl şehrin altını üstünü didik didik eden biriysem, Paris’te de aynı şeyi yaptım ve zaman içinde müthiş bir bilgi birikimim ve fotoğraf arşivim oldu. Bir süre sonra da, Paris’te yaşayan bir İstanbullu olarak bu birikimimi ihtiyacı olanlarla ya da Paris’i sevenlerle paylaşmaya karar verdim.

Kısaca Pariste.Net tatil, okul, dil eğitimi, iş gezisi gibi herhangi bir nedenle Paris’e gitmeyi düşünenler ya da Paris’i sevip şehri yakından tanımak isteyenler için hazırlanan, Paris’in Eyfel Kulesi’nden, Champs-Elysées’den, Notre Dame’dan ibaret bir yer olmadığını göstermeye çalışan, zengin içerikli bir Paris Rehberi blog’u. Bu blog’ta Paris'in vazgeçilmez ve popüler ziyaret noktaları kadar, pek bilinmeyen gizli saklı köşelerini, ulaşım konusunda detaylı bilgileri, yeme içme konusunda mekan seçeneklerini, günlük yaşam pratiklerine ilişkin ipuçlarını “arkadaş tavsiyesi” tadında samimi bir dille paylaşmaya çalışıyorum.
Klasik Paris, Alternatif Paris, Saraylar-Müzeler, Parklar-Bahçeler, Pratik Bilgiler, Ulaşım, Yeme-İçme gibi çok çeşitli konu başlıklarında yayınlanan yazılar ne ansiklopedik bilgilere boğarak okuyucuyu sıkıyor, ne de rehber kitapçıklardaki klişe bilgiler gibi konular geçiştiriliyor. Sanki yanınızda sevdiğiniz bir arkadaşınız varmış gibi sokak sokak Paris’te dolaşıyorsunuz ve her köşe başında sizi yeni bir sürpriz bekliyor.

Pariste.Net ’te yazarken hiçbir zaman “Paris’i en iyi ben bilirim” iddiam olmadı ama “bildiklerimi sonuna kadar paylaşırım” düşüncesiyle olabildiğince çok kişinin hayatını kolaylaştırmayı ilke edindim. Okuyucuların yazdıkları yorumlar, kendi deneyimlerini ve görüşlerini paylaşmaları ya da ek bilgilerle katkı sağlamaları bu yüzden çok önemli.

Çünkü hayat paylaştıkça güzel.

2. Paris, sadece Türkiye'den değil tüm dünyadan turist çeken müzelerle dolu bir şehir. Kentin kendisi de müze gibi zaten. İstanbul ise tarihilik bakımından Paris'i geçse bile o miras yeterince korunmuyor diye düşünüyorum. Hem İstanbul'da hem Paris'te yaşamış, ikisini kıyaslayabilecek deneyimi olan bir yazar olarak size sorsam neden olmuyor bizde diye.

İstanbul’da doğmuş büyümüş ve hayattaki tek aşkı İstanbul olan biri olarak bu sorunuz içimi nasıl sızlattı bilemezsiniz. Şimdi dönüp bakıyorum da çocukluk dönemimin sonları ve ilk gençlik yıllarım, İstanbul’un en güzel zamanlarının son kalıntılarına denk gelmiş. Muhteşem bir cihan imparatorluğu başkentinin son kalıntılarına o dönemde tanıklık ettim. Zaten aşık olduğum da o İstanbul’du. Benim çocukluğumda İstanbul kontrolsüz yoğun göç ve ve plansız yapılaşma ile varolan güzelliklerini hızla kaybetmeye çoktan başlamıştı. Biz kalan güzellikleri sevmeye devam etmeye çalışıyorduk ama nüfusun plansız bir şekilde artması ve hayatın merkezine para ve kâr hırsının konmasıyla bu yozlaşmadan İstanbul da nasibini aldı.

O nüfusu bugün o kadar kısa sürede Paris’e koysanız aynı kaos burada da yaşanır. Zaten Paris de şu an bir ölçüde, benim çocukluğumda İstanbul’da şahit olduğum göç sorununu yaşıyor; bana öyle geliyor ki şimdi de Paris’in saltanatının son dönemine tanıklık ediyorum. Çünkü burada da korkunç ve eğitimsiz bir nesil yetişiyor ve bir-iki kuşak sonra burada da pek çok şey değişecek.

Bunları söylerken insanın için acıyor. Her şehirde iyi insanlar ve kötü insanlar yaşarlar. İyi-kötü derken mutlak iyilikten ya da mutlak kötülükten bahsetmiyorum ama her şehrin iyisi kötüsü vardır. Benim çocukluğumun İstanbul’unda kötü insanlar daha azdı sanki. En azından kimsenin yerlere çöp attığını hatırlamıyorum, korna sesi hatırlamıyorum; otobüs şöförümüzle selamlaşırdık biz, ayaktaki bir yaşlıya yer vermek için sınıf arkadaşlarımla yarışırdık. Doğup büyüdüğüm mahallede selamlaşırdı herkes birbiriyle, güleryüzle karşılardı esnaf müşterisini. Sonra bunların hepsi kayboldu; çoğunluğu başka bir kalabalık ele geçirdi; kendimi doğup büyüdüğüm şehirde azınlık gibi hissetmeye başladım. İçinde nefes almaya çalıştığım çember daraldı, daraldı, daraldı ve sonunda nefes alamaz oldum; o yüzden ömrümün bir bölümünü geçirmek üzere başka bir ülkeye, başka bir şehire yerleşme kararı aldım. Türlü sürprizler sonunda da kendimi Paris’te buldum.

Hayatımda ilk yurt dışı seyahatim 16 yıl önce Amerika’ya olmuştu. İlk şokumu o zaman yaşamıştım. Biz kendimizi güzel şehirlerde yaşıyor zannederken başka kültürlerin kurduğu şehirleri inceledim. Kaldı ki ABD o kadar da beğendiğim bir ülke değildir. Daha sonra Avrupa gezilerine çıkmaya başlayınca neyin ne olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Bizdeki en büyük eksik sanata ve estetiğe değer verilmemesiydi yani kısaca kültürel yozlaşma diyebiliriz. Artık her şey rant olarak düşünülüyor. Nasıl söylesem; eskiden gecekonduda yaşayan insanlar fakirdi belki ama derme çatma barakalarının pencerelerinin önünde Vita tenekelerinde çiçekler yetiştirilirdi. Mutlaka küçük bahçelerinde bir çardak bulunurdu. Sonra onların çocukları yasa dışı gecekondularını müteahhite verdiler ve dışı mozaik kaplı beş katlı apartmanlara terfi ettiler. Bir metrekare bahçe bırakmamacasına, arsanın tamamına apartman yapıldı, hatta üst katlardan da cumbalar taştı sokaklara, güneş azaldı, nefes alma payı azaldı. Nefes alamayan insan hırçınlaştı ve gerisi geldi zaten.

Zenginin durumu ise daha bir değişik oldu. Biz orta halli bir mahallede zengin-fakir bir arada yaşarken kimin zengin kimin fakir olduğunu bilmez daha doğrusu bu konuyla ilgilenmezdik. Sonra zenginler kuzey ormanlarının içine doğru virüs gibi yayılan lüks sitelere taşınmaya başladılar. Etrafı gecekondu mahallesi olan, üç metre duvar üzerine bir metre dikenli tellerle çevrili lüks sitelere... Kendileri şirket arabaları ile plazalardaki işlerine giderken eşleri de 4x4’leriyle gittikleri AVM’lerde ömür çürütmeye başladı. Yeni model Türk yaşam biçimi buna evrildi. Yani demem o ki İstanbul’da doğal yaşam örgüsü talan edildi. Son demlerinin son demleri artık bunlar. Çünkü artık tek değer para; ne estetik, ne sanat ne de insan önemli. Bunun sonuçları her alanda olduğu gibi kültür, sanat ve turizm alanlarına da yansıyor elbette.

Umarım ben yanılıyorumdur ve inanın yanılıyor olmayı her şeyden çok isterim.

3. Paris çok yönlü çok yüzlü bir şehir. Sabahın erken saatleri metroları dolduranların, tuvaletleri temizleyenlerin ya da daha doğrudan yazayım düşük ücretli işlerde çalışanların ten rengi Paris'in başka bir yüzünü gösteriyor. Bu yüz hep bize unutturulmaya çalışılan, İstanbul'daki Cezayir sokağının adını Fransız sokağı olarak değiştirecek kadar pervasız bir kibri de saklıyor. Onca filozof, yazar yetiştirmiş 1789 burjuva devrimini yapmış Fransa'nın tarihini ve bugününü sömürgecilik şekillendirmiş. Sizin blogunuzda Paris'in sadece güzellikleri var. Bu bilinçli bir tercih mi?

Öncelikle Fransa ve sömürgecilik üzerinde çok kısaca bir iki şey söylemek istiyorum. Tarih üzerinde imparatorluk kurup da eline kan bulaşmamış devlet yoktur. Bunu onayladığım için değil bir gerçeklik olduğu için söylüyorum. Yoksa akıl alır gibi değil. Fransızlarsa yüzyıllarca sömürdüğü topraklardan ülkelerine yağdırdıkları zenginliği bir yandan sarayda yerken bir yandan da bu varlığı şehirciliğe, kültüre ve sanata yatırmışlar; ortaya da böyle bir sonuç çıkmış. Günümüzde de bu sömürgecilik form değiştirmiş biçimde devam ediyor zaten… Bu soruna insani bir çözüm üretebilecek olan biri var mı, ben bilmiyorum.

Paris’in başka yüzü konusuna gelecek olursak… Ne gariptir ki Paris’te yerleşmeden önce, bu şehirde yaşamayı hiç aklımdan geçirmemiştim. Çünkü o günkü düşünceme göre Paris turist olarak gezilecek ama yaşanmayacak bir şehirdi benim için. Çünkü kalabalık ve pisti :) Ama yerleştikten sonra şehri keşfettikçe çok iyi anladım ki o herkesin sözünü ettiği pislik ya turistik bölgelerde 72 milletten insanın neden olduğu bir pislik ya da göçmen mahallelerinde sosyo-ekonomik durumun bir yansımasıydı. Benim Paris’imde öyle bir yer neredeyse hiç yok.

Yılda üç-dört kez İstanbul’a ailemi ve sevdiklerimi görmeye gidiyorum. Her gidişimde harika bir manzara fotoğrafı çekerken o manzarayı bozan kimi detayların çıkmaması için o kadar çok çaba harcıyorum ki… Ama Paris’te bunun tam tersi oluyor, kadraja şu da girsin bu da girsin derken bir bakmışım neredeyse 360 derecelik fotoğraf çekeceğim. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Ayrıca, güzeli gören gözlerin gönlü de güzelleştirdiğine inanırım. Sadece görmek değil, düşünmek bile öyledir. Zihnimizden geçenler, kelime dağarcığımız, bizi biz yapan her şey ruhumuza ışık verir. Örneğin benim kelime dağarcığımda hiç küfür yoktur; bırakın etmeyi, aklımdan bile geçiremem. Temiz tutmak gerektiğini düşünürüm zihnimizi. İşte bu yüzden yaşadığım yerin de güzel ve estetik olması benim için önemli. Buradan zenginlikle ilişkilendirilmiş bir estetik ve çevre düzenlemesi anlaşılmasın lütfen. Şu an yaşadığım yer, sonuçta orta gelirlilerin çoğunlukta olduğu, zengini ve fakiri de içinde barındıran tipik bir yer. Tıpkı çocukken büyüdüğüm mahalle gibi. Kimin zengin kimin farkir olduğunu anlayamıyorsunuz, herkes uyum içinde, temiz temiz, güzel güzel yaşayıp gidiyor.

Benim gezip gördüğüm, hayatımı geçirdiğim Paris “güzel Paris”. Bu yaşımda çocukluğumdaki günlere dönmüş gibi hissediyorum. Bilmiyorum, belki de ben sadece güzellikleri görmek istiyorumdur ama bunun kime ne zararı var? Sonuçta kimseden bir şey saklamıyorum. Elbette ki burası da İstanbul gibi bir dünya metropolü, 72 milletten insan var. Yoğun göç ve eğitimsiz insanların oluşturduğu kalabalık büyük bir sorun. Vahşi kapitalizmin fakirleştirdiği banliyö yaşamları içler acısı evet ama bu her şehrin, daha doğrusu insanlığın ortak sorunu. Paris'in bazı yerleri kalabalık ve pis; doğrudur. Hele ki metrosu; evet kokar, o da doğrudur ama metroyu temizlemek bir suya-sabuna bakar; peki ya 115 yılda örülmüş bu metro hattını yapmak yani böylesine geniş bir ağı örmek?

Son zamanlarda “biraz da pis Paris’i göster” diye yorumlar almaya başladım. “Gösterin lüften” bile değil “göster” diye geliyor mesajlar. Yani bu yorumu yazan kişiler nezaketsiz insanlar. Her türlü görüş ve öneriye açığım ama hayatımda nezaketsizliğe yer yok kesinlikle. Çirkinlik görmek isteyenler de elini taşın altına koysun, kendilerine Paris’in çirkin yüzünü gösterecek bir rota oluştursunlar. Oluştursunlar ama bir insan buna niye ihtiyaç duyar ki?

Neden söyleyeyim mi? Çünkü insan inanamıyor bu kadar güzel bir şehir olabildiğine. Bugüne kadar 300’e yakın yer hakkında bilgi paylaştım Paris’le ilgili olarak, daha kafamda 100-200 yer daha var yazmak istediğim. Bitmiyor; bu şehrin güzellikleri; yazarak da yaşayarak da bitmiyor. Biz Türkiye’de doğal güzelliklerimiz haricinde şehircilik anlamında, özellikle son dönemde taş üstüne taş koyamazken, varolanın da canına okumakta yarışırken, Paris gibi bir şehrin bu kadar güzel olmasını inandırıcı bulmuyorlar kimi insanlar. “Mutlaka çirkin bir yüzü olmalı” diyenler oluyor. Elbette ki var; her şehirde olduğu gibi ama Paris, tıpkı benim çocukluğumdaki İstanbul gibi -bana göre- çok az yeri çirkinleşmiş bir şehir. Üzgünüm ama ben o Paris’le ilgilenmiyorum ve bunun Paris’in çirkin yüzünü saklamak olduğunu da düşünmüyorum. Yine de yazacağım yeni yazılarımdan birini “Çirkin Paris” başlığıyla hazırlamayı düşünüyorum. Tüm bu düşüncelerimi orada daha geniş bir biçimde paylaşacağım ilk fırsatta.

Sonuçta Paris düz bir çayırın ortasından kıvrılarak akan bir nehrin iki yanına kurulmuş, hiçbir doğal güzelliği olmayan “basit” bir şehir olabilecekken, Fransızlar bu şehri ince ince, nakış nakış işleyerek bu hale getirmişler. Getirmekle kalmamış onu korumuşlar. Gerçi, dediğim gibi, son dönemde Paris de hızla bozuluyor ama şu an için güzel kısmı o kadar çok ki, sanıyorum bir 15-20 yıl daha bu güzelliği ile idare edebilir. Sonrasını ben de bilmiyorum… Zaten ömrümün sonuna kadar Paris’te yaşamak gibi bir niyetim yok. Dünyada gezip görecek ve hatta yaşayacak o kadar çok güzel başka yerler de var ki...

4. Bu son soru, sorudan ziyade istek aslında. Geçenlerde Ahmet Ümit radyoda konuşurken, İttihat ve Terakki konulu roman hazırladığını söylüyordu. Ben de o dönemi araştıran birisiyim ve Paris'te de İttihat ve Terakki'nin izlerini aramıştım. Osmanlı İttihat ve Terakki'nin Paris Şubesinin olduğu bina halen ayaktaydı. Rue des Ecoles'teydi sanırım. İsteğim/sorum şöyle: Prag'da butik turlar var: Kafka turu, Sosyalizm turu gibi. Paris'te de 1789 devrimi, Paris Komünü, Edebiyat, Sinema ve tabii ki Jön Türklerin Paris'i turları hazırlasanız mesela ne iyi olurdu . 
Şimdiden teşekkürler.

Paris kültürel ve tarihi değeri bakımından engin bir vaha. İçine bir daldınız mı çıkması biraz güç. Ben de şehri anlatmaya -mecburen- önce Eyfel Kulesi’nden ve Champs-Elysées’den başladım. Sonra yavaş yavaş derinlere inip kıyı köşe dolaşmaya, dolaştığım yerleri okuyucularla ve takipçilerle paylaşmaya başladım. Epey bir yer yazdıktan sonra da tur programı önerileri oluşturmaya başladım. Tabi önce geneli düşünmek zorundasınız; bir haftalık, 3-4 günlük Paris turu rotaları önerdim kendi deneyimlerime göre, sevgililer için romantik rotalar çizdim elimden geldiğince. Zaman içinde, kıyı detay bilgisi, daha da derinleştikçe tarihi rotalar da çizmeye çalışacağım elbette. Örneğin önce çok önemli filmlerin geçtiği Paris rotaları oluşturmak istiyorum, sonra dediğiniz gibi tarih ve edebiyat rotaları oluşturmak. Kişisel olarak tur rehberi olmayı hiç düşünmedim, daha doğrusu öyle bir önceliğim olmadı. Benim tek istediğim şey Pariste.Net’te yazdığım tüm bilgiler Paris’i ziyaret edecek olan insanlara ışık tutsun, başka hiçbir rehbere ihtiyaç duymaksızın insanlar Paris’i avucunun içi gibi biliyormuşçasına gezebilsin.

Yani sözünü ettiğiniz butik tur rotaları da blog’ta yer alacak; vaktim yettiğince hepsini gerçekleşmek için elimden geleni yapacağım. Tabi hepsi zamanla, yavaş yavaş ve sindire sindire.

Keyifli geziler, keyifli keşifler.

Sevgiyle.

Ahmet ORE



Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara

Anıttepe, sokaklar, anlamlar

Ankara, ne yazık ki, içerisinden su geçen şehirlerden değil. Aslında daha doğrusunu söylersem, içerisinden geçen suların üzerini kapatıp yok eden bir kent. İncesu deresi, Kavaklı dere, Ankara çayı hep üzeri kapatılıp, halının altına süpürülen tozlar gibi gözden ırak tutulup unutulmuş kent suları. Hal böyle olunca Başkent, akar suyun kente sağlayacağı güzelliklerden yoksun. Neyse ki arayan için gizli güzellikler barındırıyor.   Anıttepe, bu gizli güzellikleri saklayan semtlerden. Anıtkabir, yılın her mevsimi caddelerden eksik olmayan turist otobüsleri, resmi bayramlarda protokol için kapatılan yollar, son dönemde sıklıkla düzenlenen mitinglere ev sahipliği yapan Tandoğan meydanı, Çankaya Belediyesi'nin  konserlerinin mekanı Anıtpark Anıttepe denildiğinde ilk aklıma gelenler. Ve tabii, geçenlerde bir yarışmada soru olarak da yöneltilen sokak isimleri: Ordular, İlk, Hedef, İleri, Ata ve Akdeniz caddesi.    Anıtkabir'in sınırını oluşturan 3 cadde bulunur: Gençlik, Mareş

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş

IPTV World Forum Ardından, Teknik Değerlendirme - 1

Yazının başlığını Teknik Değerlendirme - 1 dedim. Bunun bir dizi yazının ilki olduğunu düşünerek öyle yazdım. Pek uzun yazmayacağı, dizi yapmayı düşündüğüm için. Öncelikle Türk Telekom ve TTNet üzerine görüşlerimi yazayım. Etkinliğin ana destekçilerindendi her iki şirket. Türk Telekom'un üst şirket olarak görürsek, ki öyle aslında, Argela, TTNet ile birlikte sergi alanında büyük yer almışlardı. Argela, yazılım geliştirme alanında çalışıyor. TTNet, malum internet servis sağlayıcısı. Türk Telekom'un etkinlikte açıkladığı stratejisine göre IPTV , internet ve Voice over IP (IP üzerinden ses:VOIP) hizmetini TTNet üzerinden sunacak. İnternet ve telefonu tek faturada birleştirmeyen Türk Telekom, üç hizmet için tek fatura dönemine geçmeyi planlıyor. IPTV'yi itici güç olarak kullanacak. 3 farklı ekrandan (telefon, televizyon ve bilgisayar) televizyon izlemenin olanaklı olacağı ileri sürülüyor. Planlaması kolay, uygulaması ise zor bir hizmet IPTV. Multicast broadband internet bağl

Pazr günü eğlencesi: Eymir gölü etrafında bisiklet sürmek

Sadece ODTÜ öğrenci ve çalışanlarının bir de göl kartı sahiplerinin girebildiği düşünülür Eymir gölüne. Oysa, eskiden olduğu gibi bugün de arabasız girdiğiniz sürece, kimse kimlik sormaz kapısında. Birisi TRT'nin Oran yerleşkesinin yanından inen yolun sonunda, diğeri Gölbaşı'ndaki TEİAŞ tesislerini geçince olmak üzere iki kapısı bulunur bu küçük göl ve çevresinin. ODTÜ arazisidir ve içerisinde piknik yapmak yasaktır. Son düzenlemeler sonrası üniversite arazisi olduğu için içeride alkol satışı yasaklanmıştır. Yakın zamanda üniversite yönetiminin aldığı bir karar ile Eymir gölü çevresine haftasonları araç girişi tamamen yasaklandı. Her iki kapının yakınında, ODTÜ'de görev yapan güvenliklerin kontrol ettiği park alanları oluşturuldu. Ücretsiz olan bu alanlara aracınızı bırakıp yürüyerek göl çevresine girebiliyorsunuz. İçeride her 10 - 15 dakikada bir hareket eden ring servisleri bekliyor. Lokantaların olduğu yerlerde durakları var. Dönüş için de aynı araçları kullanabili

Almanya'da televizyon yayınlarına erişim

Televizyon yayınları kablolu ve kablosuz olmak üzere iki ortam kullanılarak evlere ulaştırılır. Her iki ortam için de farklı uygulamalar bulunmaktadır. Kablonun kullanıldığı durumlarda Kablo TV, IPTV seçenekleri mevcuttur. Kablosuz ortam için ise uydu ve karasal vericiler kullanılabilir. Her ortamın kendisine göre avantajı, dezavantajı vardır. Daha ayrıntılı analizlerde, yayıncı için ve izleyici için avantajlar ve dezavantajlar olduğu görülecektir. Hatta ülkelerin düzenleyici denetleyici kuruluşlarının desteklediği ve/veya kösteklediği televizyon dağıtım yöntemleri olduğu söylenebilir.  Bu uzun girişi yazmamın sebebi, Arthur D. Little adlı araştırma kuruluşunun yakın tarihte yayınladığı bir araştırma. Lars Riegel ve Julien Duvaud-Schelnast imzalı   Almanya'da TV Platformları 2014 ve sonrası başlıklı 10 sayfadan ibaret rapor, Almanya'da son dönemin sıcak tartışma konusu durumundaki sayısal karasal televizyonun geleceğine ilişkin önemli analizler içeriyor. Geçtiğimiz Nisan

Televizyon Öldüren Eğlence / Neil Postman

Amerikalı yazar ve medya teorisyeni Neil Postman 'ın 1985'te kaleme aldığı ünlü eseri Amusing Ourselves to Death, Osman Akınhay'ın çevirisi ile  Ayrıntı yayınlarından  çıkmış. İlk baskısı 1994 yılında yapılan kitabın benim okuduğum 2010 yılında yapılan 3. baskısıydı. Geniş kaynakça ve dizini ile birlikte 195 sayfalık kitap iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde televizyona gelinceye kadar iletişim dünyasının geçirdiği evreler ve her yenilik ile günlük yaşamdaki değişiklikler irdeleniyor. İnsanların sadece yakın çevrelerinde olup bitenden haberdar oldukları, şehrin, ülkenin ve dünyanın geri kalanından bihaber oldukları dönemleri hayal etmek bile zor günümüzde. Telgrafın keşfiyle işler değişmiş. 27 Mayıs 1844'te Amerika'da ilk telgraf hattının kurulmasından yalnızca dört yıl sonra Associated Press'in kurulmasıyla "bütün ülkede hiçbir yerden gelmeyen, özel olarak hiç kimseye hitap etmeyen haberler ağır basmaya başladı" (s.80) Postman, günümüzden 2

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat

IPTV World Forum İstanbul'un ardından

Bu satırları yazarken etkinliğin ikinci günkü programı devam ediyor. İki günlük, oldukça yoğun program tam zamanında başlaması, zaman çizelgesine uygun devam etmesi ile uluslararası bir organizasyon olduğunu belli etti. Katılım ücretinin yüksekliğinin getirdiği en önemli sonuç etkinlik izleyicilerinin gerçekten ilgili kişiler olmasıydı. Sadece ilk gününü takip edebildiğim etkinlikte TTNet ve AirTies CEO'ları gibi çok üst düzey konuşmacılar söz aldı. Oturumların araları, toplantı salonunun önündeki fuayede kurulan sergileri gezmek için yeterli uzunlukta tutulmuştu.  İstanbul'un en kolay ulaşılabilen otellerinden birisi olduğunu düşündüğüm Mövenpick'in seçilmiş IPTV Forum için. Levent metrosunun çıkışında yer alan otel, aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet köprüsünün dibinde. Levent metrosundaki otobüs duraklarında Sabiha Gökçen havaalanına direkt giden İETT otobüsü kalkıyor. Zaten Atatürk havaalanına raylı sistemle, aktarmalar yaparak ulaşılabiliyor. Sabah 6 uçağı Atatürk hav